Hunter Vadisi’nde ağaç kökleri gibi yayılırken, Glenn Albrecht’in ofisindeki telefon çaldı. 2000’lerin başıydı. Çevre araştırmaları profesörü Albrecht, madenciliğin yerel topluluklar üzerinde bıraktığı duygusal etki üzerinde çalışıyordu. Bölge, nesiller boyunca kırsal yoncalıklar, haralar ve üzüm bağlarıyla tanınmıştı. Kömür madenciliği uzun süredir ekonominin bir parçasıydı. Ancak küresel çapta hızla artan talep nedeniyle büyümüş ve yeni madencilik teknolojileri vadi boyunca işletmelerin hızla boy atmasına neden olmuştu.
Albrecht’in bu konuya ilgi duyduğu haberi insanlar arasında yayılınca, gidişattan rahatsız bölge sakinleri öykülerini onunla paylaşmaya gönüllü oldu. Toprağı sarsan patlamaları, makinelerin sürekli uğultusunu, sanayi lambalarının geceyi aydınlatan ışıltısını, evlerinin içini ve dışını saran işgalci kara tozu anlattılar ona. Soludukları havadan ve içtikleri sudan endişe duyuyorlardı. Evleri ellerinden kayıp gidiyordu ve bu yıkımın karşısında kendilerini çaresiz hissediyorlardı.
Vadi sakinlerinden bazıları madenleri bölgeden uzak tutmak için yasal işlemlere başvurmuştu, ama birçoğunun madenlerin yarattığı iş olanaklarına gereksinimi vardı. Sonuç olarak, getirisi yüksek madencilik kazandı. Arazi ve üzerine kurulmuş sosyal örüntünün büyük bölümü sivil zayiattan başka bir şey değildi.
Madenler yayıldıkça Albrecht bazı vadi sakinlerinin duygusal tepkilerinde ortak bir nokta olduğunu fark etti. Sıkıntılarının nedeninin madenlerden kaynaklandığını biliyorlardı, ama duygularını açıklamak için gerekli sözcükleri bulmakta zorlanıyorlardı. “Sanki memleket hasretine benzer bir şey deneyimliyor gibiydiler,” diyor Albrecht. “Ama hiçbiri evlerinden ayrılmış değildi.”
Albrecht’in çıkarımlarına göre, aslında yaşanan şey, vadinin fiziksel bozulmasının, insanların orada yaşadığı avuntuyu baltalamasıydı. Ve bu nedenle, madenler yeşil alanları yavaş yavaş griye boyarken, Albrecht sakinlerin kapıldığı duyguya, yaşadıkları bu avuntu duygusunu kaybetmenin acısı olarak tanımlanabilecek –İngilizce’de avuntu anlamına gelen “solace” ve nostalji anlamına gelen “nostalgia” kelimelerinin birleşiminden oluşturduğu– “solastalji” adını verdi.
On yılı aşkın bir süre sonra bu alışılmadık sözcük, kuraklık hakkında bir film izlerken karşıma çıktı benim. Bu kavram hakkında akademik makaleler, konferanslar ve haberler vardı. New Jersey’de (ABD) Albrecht’in sözcüğünden esinlenmiş olan bir heykel sergisi, Avustralya’da bir pop albümü, Estonya’da bir klasik müzik konçertosu çıktı karşıma.
Solastalji kavramının doğayla ilişkimizde yeni bir sınırı işaretlediği ve tanıdık araziler tanınmaz hâle gelirken gün geçtikçe daha fazla sayıda insanın hissettiği tuhaf bir duygu karışımının tanımlaması olduğu düşüncesi geldi aklıma. İnsanların gezegeni değiştirdiğini hepimiz biliyoruz. Ancak burada, bu yeni sözcükte, bu değişimlerin bizleri nasıl değiştirdiğine dair bir iz var.
“Eğer dilimiz bazı şeyleri tanımlayıp anlamamıza olanak tanıyacak kadar zengin değilse, o hâlde kendi sözcüklerimizi yaratmamız gerekir,” demişti Albrecht, kendisini Hunter Vadisi’ndeki evinde ziyaret ettiğimde. “Neden,” diye sormuş ve devam etmişti: “İnsanın yaşadığı duyguya karşılık gelen tek bir sözcüğümüz olmasın?” Özellikle de “bu kadar derin, açık ve çeşitli ölçeklerde dünyanın her yerinde hissedilen ve olasılıkla binlerce yıldır benzer koşullarda hissedilmekte olan” bir duyguyken.
Tarih boyunca seller, yangınlar, depremler ve yanardağlar –ve yanı sıra genişleyen uygarlıklar ile işgalci ordular– yeryüzünü kalıcı olarak değişime uğrattı ve toplumları altüst etti. Amerika Yerlileri sözü edilen bu duyguları Avrupalılar’ın Kuzey Amerika’yı dönüşüme uğrattığı dönemde yaşamıştı. “Bu topraklar atalarımıza aitti,” demişti, 19. yüzyılda Kiowa lideri olan Satanta. “Fakat [Arkansas’taki] nehre gittiğimde kıyılarında askerlerin kamplarını görüyorum. Bu askerler benim ağaçlarımı kesiyor, benim bizonlarımı öldürüyor ve bunları gördüğümde yüreğim parçalanıyor.”
Sanayi devrimi, gelişmeye başlayan büyük kentler, demiryolları ve fabrikaların yayılmasıyla birlikte arazilerde daha kapsamlı değişimler yarattı. Hudson Vadisi tarıma yer açmak ve hızla gelişmekte olan bir deri tabakçılığı endüstrisini beslemek üzere dümdüz edilirken, 19. yüzyıl ressamlarından Thomas Cole çok sevdiği ormanların yok oluşunun yasını tutuyordu. “Bu toprakların hızla solup giden güzelliği karşısında hissettiğim hüznü ifade etmekten kendimi alamıyorum,” diye yazmıştı Cole.
Annem bu duygunun daha hafif bir örneğini 20. yüzyıl ortalarında yaşamış. Long Beach Island’da, New Jersey güneyi açıklarındaki izole, dar bir kum birikintisinde büyümüş. Biyoloji ve denize duyduğu –ömrü boyunca sürecek– sevgiyi bölgenin el değmemiş bataklıklarında keşfetmiş. Ama, 1950’lerde anakaradan gelen varsıl ziyaretçilerin bölgeden arazi satın alması ve yazlık evler inşa etmesiyle gayrimenkul gelişimi hızlanmış. “Neler olup bittiğini ilk anda anladım,” diyor. “Öfkeliydim. Etrafta dolaşıp topografların diktiği çubukları sökerdim.” İtirazları yalnızca öfkeden değil, aynı zamanda evinin belirleyici özelliklerinin tehlikede olduğuna ilişkin bir korku, çaresizlik, endişe ve hüznün karışımından doğmuştu annemin. İnşaatlar devam edecek ve izleyen 20–30 yıl içinde geçmiş zaman, yalnızca kırsalın yerini alan evlere ışık sağlayan elektrik direklerinin tepelerindeki balık kartallarının yuvalarında görülebilir hâle gelecekti.
Gereksinimlerimiz ve arzularımızı karşılaması için coğrafyanın yeniden şekillendirilmesi, türümüzün doğasında var. Ancak 21. yüzyıldaki dönüşümler daha önce görülmemiş bir boyut ve hızda gerçekleşiyor. Nüfusumuz hızla sekiz milyara yaklaşırken, insanlar gezegeni yazılı tarihteki herhangi bir dönemden çok daha fazla değişime uğratıyor. Ormanları yerle bir etmeye, karbon salmaya, toprak ve sulara kimyasallar ve plastikler dökmeye devam ediyoruz. Sonuç olarak, yıkıcı sıcaklık dalgaları, orman yangınları, fırtına silsileleri, eriyen buzullar, yükselen deniz seviyeleri ve diğer ekolojik yıkımlarla karşı karşıya geliyoruz. Ve tüm bunlar politik, lojistik ve ekonomik karmaşalara neden oluyor. Ayrıca genellikle gözden kaçırdığımız duygusal güçlükler yaratıyor.
Biliminsanları doğayı değiştirmenin zihinsel sağlığı nasıl etkilediği konusuna ancak son birkaç yıldır kayda değer ölçüde kaynak ayırmaya başladı. Bugüne dek yapılan en kapsamlı deneysel araştırmada, MIT ve Harvard’dan araştırmacılar tarafından yönetilen bir ekip, 2002 ve 2012 yılları arasında, iklim değişikliğinin ABD’de yaşayan rastgele seçilmiş yaklaşık iki milyon kişi üzerindeki etkisini araştırdı. Bulgularının arasında, sıcaklık ve kuraklığa maruz kalmanın intihar riskini artırdığı ve psikiyatrik hastane ziyaretlerinin sayısını yükselttiği de vardı. Buna ek olarak, kasırga ve sel kazazedelerinin travma sonrası stres bozukluğu ve depresyon geçirme olasılığı daha yüksekti.
Bir araziyi kaybetme travmasına maruz kalanların, yaşadıkları duyguları ifade etmesi zor olabiliyor. “Böylesi bir acı diğerlerinden tamamen farklı, çünkü bunu paylaşmak çok zor,” diyor Chantel Comardelle, onu deniz seviyesinin endişe verici bir hızla yükseldiği ve karada sellere neden olduğu Louisiana kıyısındaki topluluğunda ziyaret ettiğim sırada. Comardelle, 1955 yılından bu yana topraklarının yüzde 98’ini kaybetmiş olan ve nüfusu giderek azalan Isle de Jean Charles’da doğmuş. Atalarının yaşadığı dönemde adanın çoğunlukla Amerika Yerlileri’nden oluşan sakinleri avcılık ve tarımla geçiniyormuş. Artık ailelerin birçoğu adadan ayrılmış ve topluluk parçalanmış durumda. “Bu, bir sevdiğini yitirmek ya da insanların kolayca anlayabileceği herhangi bir acı gibi değil,” diyor Comardelle.Ancak iklim değişikliğini yaşadığımız bu dönemde, bu duyguyu anlayabilen insan sayısı daha fazla. Isle de Jean Charles parçalanırken aralarında Comardelle’nin de olduğu yerel liderler benzer güçlüklerle karşı karşıya olan insanlara ulaşmaya karar vermiş. “Alaska’da aynı şeyleri yaşayan bir topluluk var,” diyor, tıpkı kendileri gibi şiddetli çöküş ve toprak kaybıyla karşı karşıya olan Newtok’taki Yupik köyünü kastederek. “Oturup konuşma şansı bulduk… ve duygularımız neredeyse birebir aynıydı,” diyor.
“Sanki, tamam, yalnız değilmişim, demek gibi bir histi. Demek ki bu benim uydurduğum bir şey değil. Bunlar gerçek.”
Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca coğrafyanın –Arktik bölgeden And Dağları’na kadar– çarpıcı değişimler geçirdiği birçok yeri ziyaret ettim. Toprağın geçirdiği fiziksel değişimlerin bölgede yaşayan insanlardaki yansımalarını daha iyi anlamak istedim. Tanıştığım insanlardan yalnızca birkaçı solastalji sözcüğünü duymuştu. Ancak, birçoğu bu sözcüğün tanımlamaya çalıştığı deneyimin akıldan çıkmayan tarifini benimle paylaştı. Bir araziyi yitirmenin iç karartıcı gündelik acılarının yanı sıra, dünyadaki yerlerini kaybetmenin duygusal zorluklarıyla da boğuşuyorlardı.
Solastalji şimdilik dillerin –neredeyse yalnızca İngilizce’nin– kıyılarında dolanıyor ve Albrecht orada kalmasını umuyor. “Bu, var olmaması gereken, ama zorlu koşullar nedeniyle yaratılmak zorunda kalınmış bir sözcük,” diyor. “Artık küresel bir sözcük hâline geldi. Ve bu korkunç bir durum… Haydi onu ortadan kaldıralım. Solastalji yaratan koşulları, güçleri yok edelim.”,
Pete Muller