Düellonun tarihi, insanlık tarihinin en eski dönemlerine kadar uzanır. Akhilleus’un (Aşil) Hektor’la, Turnus’un da Eneas ile bir düelloya tutuştuğunu tarihi kayıtlardan biliyoruz. Cermenlerin içip içip kavga etmelerini pek renkli bir tarzda anlatan Romalı tarihçi Tacitus, kabileler arası çatışmaların bu şekildeki teke tek dövüşlerle, yani en az biçimde kan dökülmeyle önlendiğini not eder. Romalıların her ne kadar arenada sağ kalabilen kölelere ara sıra özgürlüklerini bağışlama gibi bir âdeti olsa da, ceza usul yasalarına bu tür yurttaş eylemleri eklemeyi hiç düşünmemişlerdi. Çoğu şey de olduğu gibi tüm Avrupa kıtasının düelloyla tanışmasının sorumlusu da bizzat Türklerdi. Çünkü Kavimler Göçü’yle Cermenler yurtlarından olup Avrupa’nın çoğunu işgal edince düello kavramını da beraberlerinde bu topraklara taşımış oldular.
Cermenlerin beraberlerinde Avrupa’ya taşıdıkları düello, şövalyelik kurumunun ortaya çıkışıyla birlikte turnuvalar aracılığıyla bir savaşa hazırlık yöntemi olarak kullanılmaya başlandı. Bu turnuvalarda, iki grup şövalye karşılaşır ve gruplardan birinin yenilgisine kadar çarpışırlardı. İşte şövalyelerin savaşa hazırlanması için düzenlenen bu turnuvalar hem yargısal düellonun ve hem de onur düellolarının kökenini oluşturdu. Fakat şövalyeler, tarihi akışı içerisinde düellonun bir intikam alma ya da ün kazanma aracı haline geleceğini elbette bilmiyordu.
Bir Alman atasözü “Önemli olan haklı olmak değil, hakkını elde etmektir” der. Hakkını elde etmenin en can yakan alanı ise “mal canın yongasıdır” meseline uygun olarak o günden bugüne borçlar hukukudur. Ortaçağ Avrupa’sında yargıç, davacı ve davalının çelişkili ifadelerinin içinden çıkamayınca, ya da elde yeterli kanıt yoksa bunların kendisinin saptayacağı bir yer ve zamanda, yine kendisinin uygun gördüğü silahlarla dövüşmesini karara bağlardı. Hukukun işin içinden çıkamadığı zamanlarda çözüm için başvurulan bu yönteme Ortaçağ’da duellum adı verilirdi. Tanrının masum olan kişiyi koruyacağına ve düellonun, Tanrının da yardımıyla bu masum kişinin zaferiyle sonuçlanacağına inanılırdı. Böylece suçlu olan kişi Tanrı tarafından, hatta bir bakıma Tanrının eli olan kişi tarafından yargılanmakla kalmıyor; aynı zamanda suçunun bedelini halkın karşısında ödemiş oluyordu. Bu nedenle, yargısal düello uzun yıllar boyunca Jugement de Dieu (Tanrı’nın Hükmü) olarak da adlandırıldı.
Tanrının Hükmü Nedense Zenginlerden Yana
Barok, Rokoko, Romantizm Çağı derken, duellum dinsel içeriğinden soyutlanarak kişisel bir hesaplaşma yöntemi haline geldi. Ama kökeninde yatan katı kurallar hiç unutulmadı ve resmen yasaklandığı dönemlerde bile bu ilkeler terkedilmedi. Tarafların “Tanrının Hükmü” verilmeden önce sıvışmamaları için de bir teminat akçesi yatırmaları şarttı. Duellum sınamasını kaybeden, ama pes ederek hayatta kalanlara ise dünyevi hukuk kılıcının keskinliği tattırılırdı. Böylesi yöntemler adaletle de, hakkaniyetle de ilgili değildi, ama yüzyıllar boyu geçer akçe olarak kaldı.
“Tanrının Hükmü”ne başvurma, klasik anlamdaki düellodan daha demokratik esaslara dayanmaktaydı; örneğin serfler bu yolla bazı kısıtlamalara rağmen hak arayabilirlerdi. Şerefine leke sürmeden böylesine bir meydan okumaya karşılık vermeme ayrıcalığı ise ruhban sınıfına, kadınlara, hasta ve düşkünlere, 20 yaşından gençlere ve 60 yaşını aşmışlara tanınmıştı. Bu kişilere yerlerine dövüşecek bir temsilci atama hakkı tanınırdı. Nasıl bugün sadece parası olan kendine iyi bir avukat tutabiliyorsa, o zamanlar da zenginler kendilerine “Tanrı’nın Hükmü”nün maksada uygun bir şekilde verilmesini garantileyen profesyonel bir silahşör kiralayabiliyordu. Kısacası kim daha zenginse “Tanrının Hükmü” nedense hep ondan yana oluyordu. Elbette bu adaletsizliği fark edenler de vardı. Usame ibn Munkiz, daha 12. yüzyılda İbretler Kitabı adlı eserinde bu durumu eleştirmiş, güçlü kuvvetli bir demirciyle dövüştürülen sakat bir ihtiyara bakan Suriyeli bilge “Adalet bunun neresinde? Burada kim suçlu, kim masum?” diye sormadan edememişti.
Gerçeğin yolunu bulmanın düellodan geçtiği bir kere kabul edildiğinde, yalnızca kişisel davalar değil, en yüce amaçların bile ne kadar meşru olduğu teke tek kavgalarla belirlenirdi. Bu tür racon kesmenin etraflı ilk tarihsel belgesi, Şarlman’ın oğlu Dindar Louis’den günümüze kadar gelmiş olan 816 tarihli bir fermandır. Buna göre, düelloda yenilen tarafın sağ eli yalan ifade vermekten dolayı kesilecek, getirdiği tanıklara ise kurtuluş akçesi karşılığı ellerini kurtarma şansı verilecekti. “Sachsenspiegel” denilen Ortaçağ Almanya’sı yasa kodeksinde bu konuda daha oldukça fazla bilgi bulunur.
1230’da geçerli kurallar işe zümresel bir ayırım getirir. Buna göre toplumun alt tabakalarına mensup birinin üst tabakalardan bir kişinin yakasına yapışma hakkı olmadığı gibi, onun kendisine meydan okumasını reddetme hakkı da yoktur. Belki de bu yüzden Kilise, 13. yüzyıldan itibaren Tanrıyı zor duruma sokan bu uygulamayı yasaklamış ve gerçeğe ulaşmak için hiçbir zümreye ayrıcalık tanımayan işkenceyi yöntem olarak benimsemiştir! Kralların bu akıllara durgunluk veren haksızlığa neden yüzyıllarca yumduğunu, işin mali yönüne göz attığımızda anlıyoruz. Fransa Kralı Güzel Philippe’in 1306’da yayımladığı bir genelgeyle; yenilen tarafa verilecek ceza ötesinde, mal ve mülkünün masraflar düşüldükten sonra kralın hesabına müsadere edileceği kaydedilmiş.
Paraya hiçbir zaman doymayan Güzel Philippe, 1306’dan hemen sonra zengin Tapınak Şövalyeleri örgütünü dağıttı. Kral böylelikle yeni mali kaynaklar sağlamanın yolunun perakende tedbirlerden geçmediğini bildiğini göstermiş oldu. Demir Kral’ın ölümünden 80 yıl sonra gerçekleşen bir skandal, Fransa hukukunda “Tanrının Hükmü’nün uygulandığı son olay oldu. Jacques le Gris adlı şövalye bir kadına tecavüzle suçlandı ve düelloyu kaybetti. Ölümünden hemen sonra başka birinin bu suçu itiraf etmesi, toplum vicdanında çatlaklara yol açtı. Paris Parlamentosu (yüksek mahkeme) da böylece 3 Temmuz 1386’da “Tanrı’nın Hükmü”nü son defa uygulamış oldu. İngiltere’ye Normandiya fethini gerçekleştirerek İngiltere tahtını ele geçiren I. William tarafından tarafından getirilen yargısal düello ise ancak 1819’da, 64’e karşı 2 oyla İngiliz Parlamentosu’nca kabul edilen ve onaylanarak yasalaşan Appeal of Murder Act (Ölüm Temyizi Kanunu) ile kaldırıldı.
İtalyanlar İnce ve Hafif Kılıçları Bulunca
Yargısal düello yasaklanmaya başlamıştı ama onur düellosu, yani düellonun herkesin bildiği modern biçimi 16. yüzyılda İtalya’dan başlamak üzere çok daha güçlenerek Avrupa’ya geri döndü. İtalyanların insanlığa armağanı olan ince ve hafif kılıçların Avrupa boyunca hızla yayılması, kolayca taşınabilen yeni kılıçlarla bir tartışma sırasında hemen olayın meydana geldiği yerde düello yapabilmesine olanak sağladı. Düellolar eskisine göre artık hem daha hızlı hem de daha ölümcüldü. İtalyan’da başlayan akım önce İspanya ve zaten yatkın olan Fransa’ya sıçradı, oradan da tüm Avrupa’ya yayıldı, devrimlere bile direndi. Kutsallıktan soyutlanan, yargı alanında devreden çıkartılan düello, artık zümresel şeref kavramı kapsamına alınmıştı. Bu da bireysel bir görünüm altında, siyasi iktidarı kılıcın ucunda aramanın kapısını açmıştı. İşi en çok abartan Fransız soyluları oldu. Montesquieu, Lettres Persanes (Pers Mektupları) adlı yapıtında bu durumu şöyle anlatır:
Özellikle Fransız aristokrasisinin üyeleri onur kurallarından başka hiçbir yasaya itaat etmez ve bu sınıfın üyeleri yaşamlarını da buna göre düzenlerler. Anlaşmazlık durumlarında, sorunları çözen ve hemen her zaman başvurulan başat yöntem düellodur‛.
Fransa’da din savaşlarının sona erip de sözde barışın sağlandığı 1594- 1610 arasında 8 bine yakın soylu ve subay düellolarda ölmüştü ki, bu o devir için muazzam bir sayıdır.
Adı üstünde, düello iki kişiyi ilgilendirse de, ortalık bazen öyle alevlenirdi ki, tanık ve seyirciler de kapışır, neredeyse bir meydan savaşı görünümü oluşurdu. Böylesi düelloların en ünlülerinden biri 27 Nisan 1578’deki “Minyonların Kavgası” diye anılan ve katılan 6 kişiden dördünün canına mal olanıdır. Buradan ağır yaralı olarak kurtulan Livarot Baronu Guy d’Arces ise olaydan ders almamış olacak ki, üç yıl sonra başka bir düelloda yaşamını yitirdi.
Birbiriyle hiçbir sorunu olmayan düello tanıklarının dayanamayıp birbirlerine karşılıklı kılıç sallamaları, kamuoyunda düellonun ahlaki konumuna karşı sert eleştirileri de beraberinde getirdi. Kardinal Richelieu 2 Haziran 1626‘da yayınladığı bir fermanla düellonun tüm Fransa’da yasaklandığı, uymayanların soylu ya da halktan biri olduğuna bakılmasızın idam edileceğini duyurdu. Ne var ki ölüm cezası bile düellonun cazibesini ortadan kaldıramadı. Örneğin François de Bourbon-Vendome’un kayınbiraderi Dük Charles Amedee de Savoie-Nemours’u 30 Temmuz 1652’de öldürdüğü ve izleyen en az 10 kişinin dayanamayıp düelloya katılıp üçünün yaşamını yitirmesi yasakların istenen etkiyi sağlamadığını gösteriyordu.
Kaçanın Anası Ağlamaz!
Bir yıl içinde 40 rakibini öldüren Fransa’nın en ünlü düellocusu François de Montmorency-Bouteville de Kardinal’in buyruğunu fazla ciddiye almayanlardandı. Soylu bir ailedendi ve feodal haklarını korumak isteyen soyluların da umuduydu. Peş peşe adam öldürmesi, Kral 13. Louis’yi bile öfkelendirince Brüksel’e kaçtı. Onun adına af isteyenlere başarısız olunca, bu sefer Paris’in göbeğinde güpegündüz düello edeceğini ilan etti. 12 Mayıs 1627’de Montmorency, Beuvron Markisi ile kansız bir düello yaparken tanıklar da birbirine girdi ve François de Rosdamec Bussy d’Amboise’ı yaralayarak iki gün sonraki ölümüne neden oldu. Kardinalin öfkesi amansızdı. Beuvron İngiltere’ye kaçabildi ama yakalanan Montmorency ve tanığının 22 Haziran’da kafaları kesildi.
XIV. Louis’nin krallığı döneminde 1689’da çıkarılan bir deklarasyonla düelloya bir kez daha savaş açıldı. Fransız halkının destek vermesiyle düello gibi birebir gerçekleştirilen meydan çarpışmalarında ciddi bir düşüş yaşanırken bu sefer de cinayet olaylarındaki artış göze çarpıyordu.Tüm yasaklara karşın düellonun ömrü Fransız monarşisinden daha uzun sürdü. Fransız Devrimi‘nden sonra ise düello, siyasal çatışmaların bir özelliği durumuna geldi.
Düellonun suç ilan edilmesinden sonra bile, “suçlular” ortaklarını temize çıkarmanın her türlü yolunu denediler. Örneğin 19. yüzyılda yapılan tabanca düellolarında, taraflardan her birinin cebinde artık bu dünyanın derdine katlanamadıkları için canlarına kıydıklarını anlatan bir mektup bulunurdu. Üstelik 13. Louis gibi kralların denge hesabıyla çıkarttığı binlerce düello affı, zaten yasakların inandırıcılığına kökten bir darbe indiriyordu. Fransa’nın göreceli olarak bir hukuk devleti olduğu 1826-1834 arasında bile, en az 200 kişi bu yolda ölüp gitmişti.
Düellonun tarihinde ölenler yalnızca sıradan ya da adı duyulmamış insanlar değildi. Örneğin modern Rusçanın babası sayılan şair Aleksandr Puşkin düelloyu yalnızca eserlerinde dile getirmekle kalmadı, gerçek hayatta da uyguladı; yaptığı son şey olsa da! Karısıyla yasak aşk yaşadığını düşündüğü bacanağı Georges-Charles de Heeckeren d’Anthes ile bu yüzden fütursuzca kapıştı. Rus takvimiyle 27 Ocak 1837’de midesine yediği kurşun kendisini iki gün sonra öldürürken, Çar tarafından bağışlandıktan sonra sınırdışı edilen muzaffer bacanak ise bundan sonra Fransa’da parlak bir kariyer yaptı.
Düelloların hınzırca bir estetiği olduğu, bunun da adrenalin seviyesini kabartarak en dingin ya da aklı başında insanları bile iğfal ettiği inkar edilemez. Yaman bir düello ustası olan Giacomo Casanova’nın aktardığına göre, hayatını yurtdışında kazanan Schmitt adlı İsviçreli bir subay davranış özürlü bir Fransız’a hem ilk atış hakkını, hem de ıskaladıktan sonra tekrar ateş etme hakkını vermiş. Bundan sonra elindeki tabancaların birincisini havaya sıkmış, ikincisi ile de rakibini alnının çatından vurarak öbür dünyaya göndermiş. Özellikle Rokoko devrinde, yalnızca böylesine bir haz duyabilmek için düello edecek çok insan vardı.
Bazen ne kadar kaçarsanız kaçın düello gelir sizi bulurdu. Tıpkı Alman sosyal demokrasisinin gerçek babası Ferdinand Lassalle’a olduğu gibi. Lassalle’in başı, sivri dili yüzünden çok belaya girmişti; ama bir “burjuva önyargısı” diye tanımladığı düelloya asla yanaşmamıştı. Ama kader onu evlenmek istediği 17 yaşındaki Helene von Dönniges’in, ateşli olduğu kadar aklı bir karış havada olan nişanlısıyla karşı karşıya getirdi. 28 Ağustos 1864’te Cenevre yakınlarında bir köyde yapılan düelloda, tabanca kullanmaya alışık olan Lassalle, hiç deneyimi olmayan Janko von Racowitza tarafından düelloda tam bacak arasından vuruldu. Tam isabet dedikleri olaya herhalde bundan daha iyi bir örnek olamazdı. Otele kaldırılsa da üç gün sonra 39 yaşında yaşamını yitirdi. Lassalle’in ölümü Marx için dönüm noktası oldu. Lasalle sahneden kaybolunca Avrupa’da ünlü sosyalist tek başına kaldı.
Avrupa’da düelloya davet etme ayrıcalığı, yalnız silah taşıma hakkına sahip gruplara, yani soylular, subaylar ve yüksekokul öğrencilerine özgüydü. Ekonomik gücün ellerinde yoğunlaştığı 19. yüzyılda, burjuvaların şerefi de savunulmaya layık bir değer olarak kabul edilmeye başladı. Bundan en çok yararlananlar, kültür burjuvazisinin vitrininde oturan gazeteciler oldu. Seçkinci zihniyet burada kendini tam anlamıyla göstermekteydi. Düellodan kaçmanın cezası, çevreden dışlanmaktı. Bu kural Alman ve Avusturya-Macaristan ordularında “gerçek şeref duygusuna sahip olmadıklarından görevlerini savsaklayan” nice subayın kariyerini noktaladı. Oysa aynı ülkelerin sivil ceza yasalarına göre düelloya herhangi bir şekilde bulaşmanın cezası ağırdı; ama mahkemeler bu çelişki karşısında müsamaha gösteriyordu. Şaşırtıcı olsa da düello Almanya’da ancak 1969 ceza yasası reformundan sonra cinayet olarak kabul edildi ve “tahrik” nedeniyle ceza indirimi kaldırıldı.
Basılıp da yayımlanan ilk düello nizamnamesi Rönesans İtalya’sındadır. Hemen ardından bunun bir de Fransız sürümü ortaya çıkmıştır. ABD’de doğu kıyısının uygar düellocuları, 1777 İrlanda nizamnamesinden esinlenirken, güneyin pamuk aristokrasisi New Orleans’tan gelen Fransız etkisine açıktı. Vahşi Batı’nın düello kralları ise nevi şahsına münhasırdı. Örneğin Avrupa’da tabanca düellosunda 10 adım aranın altında ateş etmek cinayet sayılırken, Western dünyasında asgari bir atış mesafesi belirlenmemişti.
Düello Yapan ABD Başkan Yardımcısı
ABD’de silah taşımak bir anayasal hak olduğu gibi, başta Teksas olmak üzere birçok eyalette düello bugün bile yasak değildir. Güvenilir kaynaklara göre gençliğinde en az 32 kişiyi düelloda öldüren, sonradan da ilahiyat ve hukuk okuyarak dürüst bir yurttaş olan John Wesley Hardin “Silah kullanmakta usta olan biri, o işi beceremeyen bir başkasını düelloya davet ederse, gerekçeleri ne olursa olsun o sadece bir ödlektir ve öyle de kalacaktır” demişti. Ama böylesine soyluluk, uygar Avrupa’da bile zor görülmekteydi. Nitekim Hardin bu soylu düşüncenin bedelini 1895’te sudan bir nedenle sırtından yediği dört kurşunla ödedi!
ABD tarihinin en ünlü düellosu ile Başkan Yardımcısı Aaron Burr ile Alexander Hamilton arasında gerçekleşen düelloydu. Burr, ünlü ilahiyatçılar çıkaran bir aileden geliyordu. Kendisi de önce ilahiyat diploması almış, sonradan avukat olmuştu. 1800’de Thomas Jefferson’la aynı oyu almasına rağmen başkanlığa seçilemedi; yardımcılıkla yetindi ve bu görevde başkanla gürültülü şekilde ters düştü. Yıllardır arasının gergin olduğu ABD Anayasası’nın babalarından Alexander Hamilton’la işte bu ruh hali içinde takıştı. 11 Temmuz 1804’te New Jersey’de yapılan ölümüne bir tabanca düellosunda karaciğerinden vurarak Alexander Hamilton’ı ortadan kaldırdı. New Jersey ve New York eyaletlerinde hakkında 3 cinayet suçuyla dava açıldığından, muzaffer başkan yardımcısı kurtuluşu düellonun serbest olduğu Güney Carolina’ya kaçmakta buldu. Oradan tekrar dokunulmazlığının olduğu Washington’a geçerek görevi başına geldi. Hamilton’ın öldürülmesi sonunda yanına kâr kalmış oldu. Alexander Hamilton ise 10 dolarlık banknotların üzerine basılan resmiyle yetinmek zorunda kaldı!
18. ve 19. yüzyıllarda düello kuralları ile ilgili ihtisas kitapları, en çok satanlar arasındaydı. Erkekliğinin şanı hakarete uğrayan kişi, muhatabını tanıkları aracılığı ile düelloya davet ederdi. Öğrenci ve subaylarda olay, önce racon kesme durumunda olan şeref kurulu önüne getirilirdi. Alışılagelmiş silahlar kılıç ve tabancaydı ama örneğin Fransa’da kurşunla ağırlaştırılmış bastonlar da bu işi görürdü.
Düelloya karşı ölüm cezası bile caydırıcı olamadığı halde, sosyal çevre yani bir nevi “mahalle baskısı” bu cinayet dalgasına biraz olsun set çekmeyi başarabildi. Kraliçe Viktoria’nın (1819-1901) kocası Prens Albert’in önayak olduğu Düello Hevesini Kırma Derneği’nin 1843’teki kuruluşuna 76 general ve 13 amiral katılmıştı. Buradan hareketle ileriki yıllarda uluslararası bir Düelloyla Savaş Federasyonu kuruldu. Ne var ki başarı sadece Birleşik Krallık topraklarına münhasır kaldı ve Ada düellocuları başları sıkıştıkça kozlarını Kıta Avrupası’nda paylaşmaya devam ettiler.
Düello iktidar kavgasının, toplumsal kuvvet ve kudret gösterisinin, çoğu kere de çıplak ve yozlaşmış çıkarları koruma derdinin en ilkel ve tiksindirici türünden bir aracı olarak doğmuş ve öyle de kalmıştır. Romalılar bunu boş yere barbarlığın bir simgesi olarak görmemişlerdi. O bakımdan “bizde düello yoktur, ama pusu kurmak âdeti vardır” cinsinden mesnetsiz ve haksız aşağılamaları ciddiye almamak lazım. Hem de düellonun şekillendiği Rönesans İtalya’sında, düelloya davet almanın pusuya düşmekle neredeyse eşanlamlı olduğunu bile bile!