19. yüzyılda İstanbul’a ulaşan Batı tarzı apartmanlar, değişen bir kentin hikâyesini anlatıyor. […]
“Hemen kiralık. Pera’da, Rus Sarayı’nın karşısında. 10 odalı, akan sarnıç suyu, kuyusu, mahzeni, çamaşırlığı ve çok güzel bir terası olan şık daire. Müracaat için Demileville mağazası.”
19 Nisan 1853 tarihli Journal de Constantinople gazetesinin son sayfasında, iki beygir gücündeki satılık buhar makinesi ve bebekler için diş çıkarma şurubu ilanları arasına gizlenmiş bu küçük kiralık ev ilanı büyük bir değişimin habercisiydi. Bizans döneminden beri Haliç’in karşı yakasındaki imparatorluk saraylarında alınan kararları sıkıcı bulan Galata’nın tarihi aykırılığı, 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında fiziksel görünümüne belirgin bir şekilde yansıyacaktı. Galata’nın İstanbul’a ve Osmanlı İmparatorluğu’na yeni bir hediyesi vardı: Batı tarzı apartmanlar.
Modern anlamda apartmanlar, Avrupa’da Sanayi Devrimi’ni takip eden doğal bir sürecin sonunda ortaya çıktı: Büyük kentler fabrikalar doğurdu, artan sanayi ve ticaret sonucu bu kentler daha da kalabalıklaştı. Konut ihtiyacı arttı ve böylece 19. yüzyılın ortalarından itibaren araziler değerlendi, kentler yükseldi ve apartmanlar yaygınlaştı.
Fakat bu apartmanlaşmanın neredeyse eşzamanlı yaşandığı 19. yüzyıl Galata’sında bir fabrika işçisi bulmak güç. Zaten Avrupa’nın aksine Osmanlı’nın ilk apartmanları işçi sınıfı için değil, Galata’nın orta–üst sınıfı için yapıldı. Peki Galata sakinlerini 2–3 katlı ahşap ve kâgir aile konutların yerine çok katlı kâgir apartmanlar yapmaya iten neydi? Yüzyıllardır konaklarda oturan bir halkın geleneksel konutlarını terk etmesi ve apartmanlara geçmesi nasıl gerçekleşti?
1850’lerde dünyanın en büyük birkaç kentinden biri olan İstanbul, aynı zamanda Londra ve Paris’ten sonra en kalabalık üçüncü Avrupa kentiydi. Sanayi Devrimi’nin henüz tam anlamıyla uğramadığı İstanbul’un nüfus açısından endüstrileşmiş kentlerle aşık atabilmesinin nedeni, 19. yüzyılda kaybedilen Balkan, Kırım ve Kafkas topraklarından aldığı kayda değer göçlerin yanı sıra yüzyıllardır Avrupa’nın ve dünyanın sayılı siyasi ve ticari merkezlerinden biri olmasıydı. Ve siyasetin olmasa da ticaretin merkezi tartışılmaz bir şekilde Galata’ydı. Kaybedilen savaşlara, daralan sınırlara ve altı yüzyıllık yorgun imparatorluğun yakında yıkılacak oluşu bir sır olmamasına rağmen Galata ve İstanbul, uluslararası albenisinden pek bir şey kaybetmedi, aksine gelişti. 19. yüzyılda önce İngiltere olmak üzere dönemin başat güçleriyle imzalanan ticaret anlaşmaları İstanbul’u global ticaret ve finans ağının önemli bir parçası yaptı. Ayrıca İstanbul, Kırım Savaşı sırasında Rusya’ya karşı Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında savaşan Fransa ve İngiltere için önemli bir üs haline geldi ve askerlerin yanı sıra tedarikçilerin, sağlık görevlilerinin ve tüccarların da kentte konuşlanması, İstanbul ile Batı’nın birbirini tekrar keşfetmesini sağladı. Üstelik savaş sırasında ve sonrasında kente yerleşen Levantenlerin (bu tanım bazen Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan ve Müslüman olmayan herkes için kullanılsa da genelde Avrupa’dan Osmanlı’ya yerleşenleri, özellikle de Katolikleri tanımlıyor) sayısı arttı. Yüzyıl içerisindeki askeri ve ekonomik bozgunlar sonucu bağımsız olma hakkı elinden alınan Osmanlı ekonomisi dünyaya entegre olmak zorunda kalırken bankalar, borsa, sigorta ve ticaret şirketleri İstanbul’a Galata Limanı’ndan girip yerleşti. Kapalıçarşı’da en üstün değer halen zanaat ve üretimken Galata’da Panama’dan, Siyam’dan gelen hisse senetleri dolaşıyordu. Galata’ya bakarak imparatorluğun batmakta olduğunu anlamak mümkün değildi. Dönemin siyasal konjonktürü sonucu kaçınılmaz olarak küreselleşen Osmanlı ekonomisinin sefasını bu ufak semt ve burada 19. yüzyılın ikinci yarısında filizlenen yepyeni bir hayat tarzının mensupları sürecekti. Ve yeni Galata’nın bu seçkin sakinleri konakta değil, apartmanda oturacaktı.
Ancak 1850’lerden itibaren ekonomik ve kültürel açıdan hızla gelişen Galata’ya ket vuran bir konu vardı: Altyapı sorunları. Dünyanın dört bir yanından tüccarlar, işadamları ve turistler İstanbul’a ve Galata’ya gelmesine geliyordu ama tuttukları günlükler kentin, özellikle Galata ve Pera’nın yaka silktiren şartlarıyla doluydu. 1850’lerin başında Galata’da şöyle bir tablo vardı: Semt, Galata surları tarafından oldukça dar bir alana sıkıştırılmıştı (bu surlar 1864–65’te yıkılacaktı); engebeli topografya, herhangi birinin canı öyle istediği için öyle açılmış gibi duran, dar, isimsiz, labirenti andıran sokaklar ve bu dar sokakları dolduran sürekli kalabalık, semtin sıkışık dokusu içerisinde hareket etmeyi zorlaştırıyordu. Galata, Batılı tüccarların mecburiyetten geldiği ancak pek de sevmediği bir bölgeydi. Semtin sakinleri de bölgenin kentsel özelliklerinden pek memnun değildi. Dönemin kamuoyu ve gazeteleri sık sık Galata’yı Batı’yla, özellikle Paris’le (kentin Baron Haussmann elinde geçirdiği değişim gıptayla izleniyordu) kıyaslayarak kendi kentlerini yetersiz, sıkış tepiş ve pis buluyordu.
Galata’nın günümüzde hâlâ belirgin olan sıkışık yol ağı ve mimari dokusu, ortaçağın bir mirası. 19. yüzyılda bölgeyi modernleştirmek adına yapılan çalışmalar bu durumu değiştirmeye yetmedi.
Galata, sıfırdan planlanmış Paris, Londra ve benzeri Avrupa kentleriyle yarışacaksa kentsel altyapısının elden geçirilmesi şarttı. İstanbul’daki hükümet, sakinlerinin bir süredir bireysel ölçekte kâgir yapılarla bezediği Galata sokaklarına devlet şefkati göstermeye karar verdi. Hatta Osmanlı Devleti yalnızca Galata’nın değil, tüm İstanbul’un yönetim anlayışını değiştirerek yeni şekillenen modern belediyeciliğin kente hakim olmasını hedefliyordu. Bu hedef doğrultusunda 1856 yılında İntizam–ı Şehir Komisyonu kuruldu. Avrupa’da yaşamış dört gayrimüslim Osmanlı, belediye yönetiminde tecrübeli iki yabancı ve kimi kaynaklara göre iki, kimi kaynaklara göreyse yalnızca bir Müslüman Osmanlı’dan oluşan komisyon, yönetimi kolaylaştırmak adına İstanbul’u on dört alana bölmeyi hedefliyordu. Bütün belediye dairelerini aynı anda kurmayı akıl kârı bulmayan komisyon, ilk adımını Batı’yı yakından tanıyan Galata ve Pera’da atacaktı ve sonradan hayata geçirilecek diğer on üç belediye dairesi de bu örneğin tecrübelerinden yararlanacaktı. Böylece sınırları Galata, Pera ve Tophane’yi kapsayan Altıncı Daire Belediyesi’nin kuruluşu, 1857 yılında dönemin resmi gazetesi Takvim–i Vekâyi’de ilan edildi.
Altıncı Daire önceliğini Galata’daki ticaret etkinliklerini rahatlatacak çalışmalara verdi. Yollar genişletildi, günümüzde halen sıklıkla kullanılan sokakların bazıları bu dönemde açıldı, kaldırımlar yapıldı, evler numaralandırıldı, mezarlıklar bölgenin dışına çıkarıldı ve sokaklar aydınlatıldı. 1864–65’te, Altıncı Daire’nin en tartışmalı kararlarından biri olan Galata surlarının yıkımı gerçekleşti. Bu karar birçok kişiyi çok rahatsız etse de hedeflenen gerçekleşti ve Galata semti içine sıkıştığı fiziksel sınırlardan azat oldu. Bu yıkımdan sonra adeta Altıncı Daire’nin altın çağı başladı. Bu büyük değişim Altıncı Daire’nin görev bölgesine yeni bir mimari kültür katabileceği ve farklı bir kentsel görünüm kazandırabileceği anlamına geliyordu. Surlar ve hendeklerin ortadan kaldırılmasıyla kazanılan araziler belediye tarafından satışa çıkarıldı. Altıncı Daire ayrıcalıklı konumunu 1876’daki Belediyeler Kanunu ile kaybedecekti; fakat o gün gelene kadar hatırı sayılır siyasi ve ekonomik zorluklara rağmen elinden geleni yaptı. Semti baştan yaratmasa da çözsün diye kendisine verilen sorunları büyük ölçüde çözdü ve Galata ile Pera’nın yenilenme ihtiyacını ve arzusunu gidermeyi başardı. Avrupa’da neler olup bittiğini yakından takip eden Galatalılar bireysel ölçekte bu değişimi zaten başlatmıştı, ama Altıncı Daire’nin çalışmaları, semtin geçirdiği değişimin ve modernleşme isteğinin hükümet tarafından tescillendiği anlamına geliyordu.
Galatalılar Altıncı Daire’nin icazeti üzerine bir sabah uyanıp tüm Osmanlı tarzı konutları yıkmaya, yerlerine günümüzde hâlâ ayakta olan o kâgir apartmanları yapmaya ve inşaat biter bitmez de taşınıp içinde yaşamaya başlamadı tabii.
19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Altıncı Daire kenti modernleştirme konusunda üzerine düşeni yaparken Galata sakinleri de neredeyse eşzamanlı olarak yeni bir konut tipini benimsemeye başlamıştı. “Bu yeni konutlar eski konaklarla tamamen aynı değillerdi, ama şu an oturduğumuz apartmanlara da hiç benzemiyorlardı,” diyor Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Doç.Dr. Ayşe Derin Öncel. Galata’nın apartmanlaşma sürecinde sıklıkla görmezden gelinen bir unsur olan bu “ara tip” konutlar, yüzyıllardır konaklarda yaşayan bir toplumun nasıl apartmana geçtiğiyle ilgili çok değerli bir bilgi veriyor aslında. Bu geçiş tipi konutlar kâgir ve birkaç katlı olmalarıyla apartmanları andırıyordu; ancak kat bağımsızlıkları olmaması açısından konaklara benziyorlardı; yani mutfak ve banyo gibi alanlardan tüm bina yararlanıyordu ve her şeyden önemlisi her katta farklı aileler otursun diye değil, tüm bina tek ve kalabalık bir ailenin yaşam alanı olarak inşa ediliyordu. Ancak sonradan fikir değiştirilirse her bir katı bağımsız hale getirip kiraya vermek de mümkündü. Bilinen en eski örnekleri 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanan bu yapılar Altıncı Daire’nin faaliyetleri devam ederken Galata sokaklarını kaplamaya başlamıştı.
Geçiş tipi konutlarda yaşayanlara sorarsanız, alıştıkları rahat aile konutlarını terk edip apartmanlara geçmek için pek fazla geçerli neden yoktu. Ahşap konaktan kâgir geçiş tipi konutlara taşınmak konfor ve güvenlik açısından anlaşılabilirdi, fakat daha fazlasına gerçekten gerek var mıydı? Konaktaki hayatından memnun olan, çalışmak zorunda olmayan aileler zaten bu yanı başlarındaki yeni apartmanlarda yaşamak için uğraşmadı hiç. Bu tereddütün ve isteksizliğin yer yer bilinçli bir reddedişe dönüştüğü de oldu. Tıpkı hali vakti yerinde bir Galata ailesi olan Yannisopoulolar örneğinde olduğu gibi. Bir Galata sokağında kendi apartmanını yaptıran Yannisopoulolar, apartmanlarının inşası bitmiş olsa da sokağın hemen karşısındaki, apartman olmayan aile evlerini hiç terk etmedi. Apartmanlarından kira getirisi dışında bir beklentileri yoktu. “Hiçbir Yannisopoulo o apartmanda oturmadı,” diyor Öncel. “Direnç öylesine güçlü bir direnç.”
Batılılaşan İstanbul, 19. yüzyılda Paris tarzındaki apartmanlar ile Londra tarzındaki sıra evler arasında bir yol ayrımındaydı. Osmanlı devlet adamı ve diplomatı olan ve başkentin fiziksel değişimiyle de yakından ilgilenen Mustafa Reşid Paşa’ya göre tek ailelik İngiliz konutları, birçok ailenin bir arada yaşadığı Fransız apartmanlarına kıyasla Osmanlı yaşam tarzına daha uygundu. Ancak İstanbullular tercihlerini apartmandan yana kullandı ve 1875 yılında Akaretler’de Sarkis Balyan mimarlığında yapımına başlanan sıra evler, sapılmayan bir yolun az rastlanan hatıralarından biri olarak kaldı.
Yine de hem inatçı Yannisopoulolar, hem diğer Galata aileleri geçiş tipi konutlarla yetinmediler. Bugün hâlâ büyük bir bölümünün içinde yaşamın devam ettiği büyük apartmanları yaptılar. Çünkü kentlerinin değiştiğinin farkındaydılar. Yalnızca kentleri değil, tüm Avrupa toplumsal ve kültürel bir değişim yaşıyordu: Claude Monet İzlenim: Gün Doğumu’nu resmediyor, Karl Benz ilk otomobili üretmekle uğraşıyor, Sigmund Freud ilk makalelerini yazıyordu. Fin–de–siècle ruhu artık aynı zamanda Batılı bir kent olan İstanbul’a, Galata ve Pera’ya da uzanmıştı. Genellikle finans, ticaret ve eğlence temalı, kısa bir süre önce var olmayan meslekler türemişti. Artık insanlar geceleri dışarı çıkıyor, kafelerde sonu gelmez sohbetler ediyor, sanat ve eğlence tüketiyordu. Yeni çağın yeni insanları yeni işlerde çalışacak, Galata’da yaşayacak ve apartmanlarda oturacaktı. Yannisopoulolar hiçbir zaman bir apartmana taşınmayacak olabilirlerdi fakat Galata’da yaşamaya can atan genç “beyaz yakalılar” ve onların çok sevdiği apartmanlar, bölgedeki mülk sahipleri için kira geliri demekti.
Ailelerini konaklarda veya aile konutlarında bırakan bu genç nesil, yeni hayat tarzlarına pek uygun olan bu yeni, Avrupai binalara bir bir yerleşti ve Galata’nın ilk apartmanlarının ilk sakinleri oldu. Bu insanlar büyük ölçüde kiracıydı ve neredeyse tamamı Avrupalı veya gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarıydı. Geçiş tipi konutlara aşina olan Galata sokaklarına apartmanlarla gelen yeni mimari doku ve toplumsal yaşam, değişen kuşaklarla iyice benimsendi ve geçiş tipi konutların çoğu görece kısa bir sürede tüketilerek yerlerini büyük ölçüde apartmanlara bıraktı.
Apartmanlaşma sürecini hızlandıran iki de yan unsur vardı. Bunlardan ilki, 1858 yılındaki şartnamelerle ve 1867 yılından itibaren ilan edilen kanunlarla giderek daha fazla millete mülkiyet hakkı tanınmaya başlanması oldu. Artık her Osmanlı vatandaşı dininden bağımsız bir şekilde eşit mülkiyet hakkına sahipti. Batılı yaşam tarzına aşina Levantenler ve gayrimüslim Osmanlılar, artık alışkanlıklarını veya arzularını mimariye daha dolaysız ve hızlı bir şekilde uygulayabileceklerdi.